En Güzelinden Amerika Gezi Notları Vol.16 Chicago

En Güzelinden Amerika Gezi Notları Vol.16 Chicago

Amerika’dayım. Gerçekten. Kıyılarda, kasabalarda pek anlaşılmıyor buralarda olduğum bana kalırsa. Gezdiğim süre boyunca, karikatür yavrusu Fırat gibi eneeemmmm Amerika’dayım hissi yaşayamadım. Ancak Chicago’da ne zamanki şehir merkezine indim işte o zaman ‘eneeeemmm Amerika’ diyebildim (tabi bunu ikinci gidişimde ancak diyebildim). Şehre 5 dakika mesafede bile çok katlı binalar bulunmazken, şehir merkezine indiğiniz andan itibaren, gökdelenler ve karmaşa sizi esir ediyor. O zaman her şekilde esaretimizle, sizi biraz merkezde dolandırarak, En Güzelinden Amerika Gezi Notlarına kaldığımız yerden devam edelim.

Yeni mekanımız, Amerika’nın en gözde mekanlarından birisidir. Dünya çapında dil eğitimi almak isteyen öğrenciler tarafından en çok tercih edilen mekanlardan arasında gösterilmektedir. Şehir 1833 yılında, uçsuz bucaksız Marmara Denizi’nin 3 katı büyüklüğündeki Michigan Gölü çevresine kurulsa da, bir anda büyüyen şehre, 1871 yılında büyük bir yangın hakim olmuş ve tüm şehir maalesef ki yanmıştır. Tarihte bu olay, Büyük Chicago Yangını olarak anılmaktadır. Bu olayın ardından, şehirde tek bir yanmayan bina kalmıştır. Bu bina da bugün hala ilk günkü mimarisi ile yerini koruyan ve bize o günleri hatırlatan Water Tower’dır.

Sürekli olarak kaybolduğum, önceki yazılarımda da belirttiğim gibi malumunuzdur efendim. Ancak bu şehri bilenler, nasıl kaybolduğum konusunda şaşkınlık içerisinde kalıyor/kalacaklardır. Zira, tüm sokaklar birbirine paralel ve nereye giderseniz gidin, paralel şekilde sokaklardan geçtiğiniz takdirde aynı yere kolaylıkla çıkabiliyorsunuz. Evet, buna rağmen ben bu şehirde defalarca donma noktasına gelene kadar kayboldum. Ancak şunu belirtmeliyim ki, senelerdir orada yaşayan insanlar ile şehir merkezi hakkında iddiaya tutuşabilirim. Sanıyorum ki, gezerken en eğlenceli ve şehri en güzel tanıma noktalarından birisi, kaybolmaktır. Bunu kendi beynimi temize çekmek için demiyorum tabi ki. Gerçekten kaybolarak tüm şehri içinize çekebiliyorsunuz.

110 katlı Amerika’nın en yüksek binası Sears Kulesi, AON binası, Hancock, Skydeck büyük katlı binaların arasında sayabileceğimiz en ünlüleri olarak yerlerini muhafaza ediyorlar. Ancak dışarıdan baktığınızda, gözü yorucu mimarileri yok. Açık konuşmak gerekirse, çirkin değiller. Hatta Skydeck binasında, cam balkonlar bulunuyor ve orada fotoğraf çektirmek için uzun kuyruklar bekliyorsunuz. Gündüzü de gecesi de ayrı bir güzellikte. Yükseklik korkusu olanlar uzak durmalı diye düşünsem de, ben emekleyerek ve poz esnaları dışında çığlıklar atarak durdum.

En meşhur caddesi ‘Magnificent Mile’. Cadde üzerinde karşılıklı iki yol boyunca, dünyanın en büyük mağazalarını görebilirsiniz. Geleneksel olarak yaptığım üzere, Türkiye’ye uyarlarsak, Caddebostan bunun için en iyi örneklerden birisi. Çünkü, trafik yolunda sürekli bir sıkışıklık mevcut tıpkı buradaki gibi. Bunların dışında, hem gündüz hem gece restoranları ile dünya çapında büyük bir üne kavuşmuş durumda görebiliyoruz Chicago’yu. Özel lezzetleri her kesime göre bulabilmeniz mümkün. Mesela merkezde hepimizin bildiği Michael Jordan’nın bir restoranı bulunmakta. Hatta duyumlarıma göre, arada sırada oraya geldiğini duyanlar akın ediyormuş mekana. Restoran, gece eğlencesi, ün derken Chicago’nun Jazz ve Blues barlarından bahsetmeden geçemeyeceğim. Ben gid(e)mesem de, ünü kulaklarıma kadar geldi.

Navy Pier’den de bahsetmeden geçemeyeceğim. En büyük eğlence mekanı diyebiliriz. Botanik bahçesinden tutun da, dönme dolaba kadar gölün tam yanında, günün stresinin atılabileceği bir yer, tabi ki de yaz mevsimi olması şartıyla. Eğer kışın giderseniz, daha oraya niyetlenirken, ciğerleriniz donmaya başlıyor. Navy Pier’in hemen yakınlarında, müzeler sokağı var. Müzeleri toplu olarak, bulabilirsiniz. Bir gününüzü müzelere ayırırsanız, tek bir gidişte hepsini gezme imkanı kolaylık sağlıyor.

Chicago’da her iki mevsimi birden gördüğüm için şunu söyleyebilirim. Kışları dışarıda pek insan yok. Havası aşırı kuru, tekrar Türkiye’ye geldiğimde, yüzümün pul pul dökülmesi 1 ayda anca iyileşti. Ancak ufacık bir güneşte, tüm herkesi sokaklarda spor yaparken görüyorsunuz. Özellikle yaz aylarında, sahillerde ücretsiz herkesin katılabileceği okçuluktan, voleybola, golften, yüzmeye, tüm spor dallarının bölümler halinde açıldığını görebiliyorsunuz. İnsanları pek keyfine düşkün gibi geldi. Hemen bir spor, hemen bir eğlence şeklinde geziyorlar. Yazın ne zaman dışarı çıkarsam çıkayım, ya bir mangal yapıyorlar, ya spor yapıyorlar ya açık hava konserinde yer masalarında içeceklerini almış keyif sürüyorlar. Nasıl kapitalist sistem, ne ara çalışıyorlar anlamıyorum. Ayrıca herkes o kadar çok spor yapıyor ki ne ara obezite bir numaralı sorunları haline geldi onu da pek anlayamadım.

Keyif demişken, ünlü fasulye heykelinin içinde bulunduğu Milenyum Park’ta ‘La La Land Consert’ etkinliği herkese açık şekilde gerçekleştirildi. Tüm yeşillikte insanlar masalar kurmuş, peynirlerini açmış, içeceklerini içerek keyif yapıyorlardı (Burada her gün bir kaç etkinlik birden düzenleniyor ve yaz boyunca parka akın yapılıyor). Bu konsere tam anlamıyla katılamadığım için, turne kapsamında Türkiye’ye geldiklerinde gitmeyi çok istedim, gittim de. Ancak orada yüzüne bakmadığımız ve gitmediğimiz programın biletleri tam tamına, 80-240 TL arasındaydı. Yani etkinliklere, keyiflerine, eğlencelerine gerçek anlamda değer veriyorlar. Çok çalıştıklarını ve çalıştıkları kadar da rahatlamaya çalıştıklarını meraklarım doğrultusunda belirten Amerikalılarda vardı elbette. Şunu da demeden geçmek istemiyorum. Orada, herkese yönelik sahiller varken, köpeklerde unutulmamış ve sadece köpekler ve sahiplerinin gittiği bir sahil tasarlanmış. Sahilin çevresine korkumdan ötürü pek yaklaşamasam da güzel bir hareket olduğunu demeden geçemeyeceğim.

Sahilleri çok temiz ve düzenli, spor alanları da oldukça güzel. Her kesime hitap ediyor ve her şekilde her yerde rahat hissedebiliyorsunuz.

Bir diğer mekanımız, Chicago’nun ücra bir köşesinde çekilen Shameless dizi setine (yukarıdaki fotoğrafta ulaşabilirsiniz) geçelim. Şehre ilk geldiğimizde, yemeden içmeden koşar adım, dizinin çekildiği alana gittik. Sokak bomboş, dizinin çekildiği evi arıyoruz. Bizim gezdiğimiz yer meğerse setin direk kendisiymiş. Sokağın normal şartlarda boş olması gerektiğini çok sonra anladık. Bir süre ilerledikten sonra, setin iyice içine girdik ve ana mekan evin yakınlarında büyükçe bir kalabalığın arasında kaldık. Hepsini ergenliğinin başlarında gençlerin oluşturduğu bir ortamda, çığlık kıyamet arasında, şaşkınlıkla bir süre diziyi çekim esnasında izledik. Chicago’nun yıkık dökük sokakları arasında set görevlilerinin sessiz olun terslemeleri ile sessizce arka yollardan, bıçaklanmadan ayrıldık. Ancak şunu da demem lazım ki, Amerika göründüğü kadar o bahsettiğimiz şehir merkezi parlaklığında değil. Ne yazık ki, gördüğümüz üç binayı dünyaya yayarak, gerçeklikten kopuyoruz.

Son olarak, Chicago Ulusal Kütüphanesi’nden bahsederek olayı noktalamak istiyorum. Kütüphaneye ilk girdiğimde nasıl bir şey hayal ettiysem, hayal kırıklığı yaşadım. Herhalde karşımda, bilim adamlarının tüpleri ile icat yaptıklarını görmek istercesine, aşırı bir şekilde suratımı ekşittim. Fotoğraflarda dünyanın en harika kütüphaneleri böyle değildi çünkü. Burası normal bir ‘kütüphane’ idi. Ancak teras katını size şöyle anlatayım: Bilim kurgu filmlerinin içine girin. Uzayda herhangi bir gezegende koloni kurulmuş. Bir de bu koloninin kütüphanesi yapılmış. Dünyayı tasvir edecek ve oraya yerleşen insanlar eski topraklarını unutmasın diye, resimler tüm duvarları kaplamış. Aralıklı olarak kare masalar yerleştirilmiş ve masaların arasında uzun saksı çiçekleri yine dünyayı unutmayalım diye yerleştirilmiş. Hafif bir su sesi var ve mekan tamamen akustik. Herkes çalışma masalarındaki bilgisayar ve kitaplara gerçek manasıyla dalmış gitmiş, akıllı uslu çalışıyor. Mermer bir alan. Vee tamamı lisansüstü öğrenciler ve her etnik gruptan insan, yer yer aynı masalarda oturmuş. Bu alandan geçip asansörü içeride beklerken, en son binmeden gözümde bir damla yaş ile arkama bakıp, ilk anda oluşturduğum önyargımdan utandım. Söyleyeceklerim bu kadar.

Gerçek güzel günlerde görüşmek dileğiyle. Beni özleyin anacım. Her şey güzel olacak.

İlginizi Çekebilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Fill out this field
Fill out this field
Lütfen geçerli bir e-posta adresi yazın.
You need to agree with the terms to proceed

Sonraki yazı
Twitter Kampanyaları Geri Dönüş Oranı %40
Önceki yazı
Sosyal Medyanın SEO’ya Katkısı Nedir?